Yusuf Ceyhan
10 min readApr 15, 2020
Ken Robinson, okullar yaratıcılığı öldürüyor

Okullar Yaratıcılığı Öldürüyor

Bütün bu organizasyon ve yapılmış konuşmalar karşısında afallamış durumdayım. Konferans boyunca üç tema vardı işlenen değil mi ki aslına bakarsanız bu temalar benim konuşmak istediğim konu ile doğrudan ilintiliydi. Bunlardan ilki, bütün bu sunumların ve buradaki insanların, insan doğasındaki yaratıcılık eğilimine başlı başına kanıt teşkil etmesi çeşitliliğine ve genişliğine bir bakınız sadece. İkincisi ise gelecek teması altında yapılmış konuşmalar, aslına bakarsanız, bizi öyle bir pozisyona soktu ki ileride gerçekten ne olacağı konusunda neredeyse hiçbir fikrimiz yok. Gelecekte ne olur, ne biter öngöremiyoruz. Eğitim konusuyla ilgiliyim, aslında bana sorarsanız eğitime karşı herkesin az çok bir ilgisi olduğunu düşünüyorum, öyle değil mi? Misal ben şunu çok ilginç buluyorum.

Eğer bir akşam yemeğine davet edilmiş iseniz ve eğitim ile ilgili çalıştığınızı söylerseniz aslında dürüst olmak gerekirse, eğer eğitim konusunda çalışmalar yürütüyorsanız akşam yemeği partilerinde pek sık boy gösteremezsiniz birisine iştirak etmiş olursanız, bir dahaki sefer içinde davet edilmek aklınızın ucundan geçmesin ki bu bana hep garip gelmiştir. Ama eğer olur da orada bulunursanız ve kimliğinizi ifşa edersiniz hani bilirsiniz işte “Ne ile uğraşıyorsun?” diye sorarlar ve siz onlara eğitimle uğraştığınızı söylerseniz ardından yüzlerinin renk attığını görebilirsiniz. Gayet şu haldedirler, “Aman tanrım, neden ben.” “Bütün hafta boyunca dışarıda geçirdiğim tek gecede hem de” ama eğer onlara kendi aldıkları eğitimi soracak olursanız sizi köşeye sıkıştırırlar. Çünkü bu insanların içinde olan şeylerden biridir, haksız mıyım? Din, para ve diğer şeylerde olduğu gibi. Eğitime büyük bir ilgim var ve hepimizin olduğunu düşünüyorum. Gerçekten eğitime karşı büyük haklı bir ilgimiz var ve kısmen bunun sebebi eğitimin bizlere onun hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı geleceğe taşıyacak olan yegane araç olması. Eğer düşünecek olursanız bu yıl okula başlayacak çocuklar 2065 yılında emekli olmuş olacaklar.

Geçtiğimiz dört gün boyunca önümüze sunulan bütün uzman görüşlere rağmen, dünyanın sadece beş yıl içerisinde bile neye benzeyeceği kimse tarafından tahmin edilemiyor ve bizler bu belirsiz gelecek için onları eğitmekle hükümlüyüz olaya böyle baktığımızda mevzu bahis tahmin edilememezlik gerçekten korkutucu boyutlarda. Üçüncü olarak her şeye rağmen, çocukların sahip olduğu olağanüstü kapasite konusunda hepimiz hemfikiriz. Özellikle söz konusu yeni fikirler olduğunda mesela Sirena dün gece harikuladeydi öyle değil mi? Sadece ne yapabildiğini görmekten bahsediyorum ve o ki çok da istisnai bir durum değil Sirena’ya baktığınızda göreceğiniz şey, yeteneğini keşfedip olağanüstü bir adanmışlıkla bunun üstüne giden bir insandır. Ve benim argümanım şudur ki; bütün çocuklar inanılmaz yeteneklere sahiptir ve bizler onları harcıyoruz hem de acımasızca. Böylelikle bugün burada sahip olduğumuz yaratıcılık hakkında konuşmak istiyorum. Bana sorarsanız şu an yaratıcılık en az okur-yazarlık kadar eğitimde önemli ve bizler aynı statüdeymişçesine muamele etmeliyiz. Geçenlerde harika bir hikâye duydum, anlatmaya bayılıyorum. Resim dersindeki küçük bir kız hakkında.

Altı yaşında, en arkada oturmuş, resim yapan bir kız ve öğretmenine soracak olursanız bu küçük kız derse hemen hemen hiç ilgi göstermiyordu o gün hariç. O gün nedense bütün ilgisi yaptığı resimdeydi. Öğretmenin ağzı açık kalmış tabii bu durum karşısında. Kızın yanına yaklaşmış ve sormuş “ne çiziyorsun?” “Tanrı’nın resmini çiziyorum” demiş kız. “ Ama hiç kimse Tanrı’nın nasıl göründüğünü bilmiyor.” demiş öğretmen. “Problem değil, bir dakika içinde bilecekler” demiş kız.

Oğlum İngiltere’de dört yaşındayken aslında her yerde dört yaşındaydı, dürüst olmak gerekirse. Tamam, tamam, nereye giderse gitsin o yıl dört yaşındaydı. Doğum (Hz. İsa’nın doğumu) oyununda bir rolü vardı. Hikâyeyi hatırlıyor musunuz? Gerçekten önemli bir hikâye, hatta Mel Gibson serisini çekmişti. Belki görmüşsünüzdür: “Doğum II” Neyse, James, Joseph rolünü almıştı ki biz bu konuda epey heyecanlıydık. Ne de olsa biz bunu başrollerden biri olarak düşünüyorduk. Mekânı “Joseph, James Robinson’dur.” yazılı tişörtler giyen bir sürü insanla doldurmuştuk. Konuşmasına gerek yoktu, ama o bölümü bilirsiniz, hani üç kralın geldiği. Hediyeler sunmak için gelirler ve altın, tütsü ve mür getirirler. Bu gerçekten orada oldu ve biz oturuyorduk, sanırsam orada replik sırasını karıştırdılar çünkü daha sonra küçük çocukla konuştuk ve sorduk “ Sence doğru oldu mu?” o da “Evet, niye ki, yanlış mıydı?” demişti. Sadece sırayı karıştırmışlardı bence o kadar. Her neyse 3 çocuk sahneye geldi kafalarında çay süzgeci olan dört yaşındaki çocuklar ve kutuları yere bıraktılar ve ilk çocuk “Sana altın getirdim”, dedi. Ve ikinci çocuk, “ Sana mür getirdim” dedi ve üçüncüsü, “Bunu Frank gönderdi.” Bütün bunların ortak noktası şu ki; çocuklar şanslarını denemekten korkmayacaklar, bilmeseler de devam edecekler haklı değil miyim? Yanlış yapmaktan korkmuyorlar. Şimdi, yanlış yapmak yaratıcı olmakla aynı şeydir demek istemiyorum. Bildiğimiz şu ki, eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilseniz hiçbir zaman orijinal bir şey bulamazsınız.

Eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilsiniz ve zamanla yetişkin olduklarında çoğu çocuk bu kapasitesini yitiriyor, yanlış yapmaktan korkar hale geliyorlar ve firmalarımızı da bu şekilde yönetiyoruz, yeri gelmişken hataları damgalıyoruz ve mevcut ulusal eğitim sistemlerimizde de bir çocuğun yapabileceği en kötü şey “ hatalar”dır ve sonuç şu ki insanların yaratıcı kapasitelerinin dışına yönelik eğitiyoruz.

Picasso bir keresinde bütün çocukların sanatçı olarak doğduklarını söylemiş. Problem büyüdüğümüzde de sanatçı olarak kalabilmekte.

Şuna yürekten inanıyorum: bizler yaratıcılık özelliğimize yönelik değil aksi yönde büyüyoruz ya da daha doğrusu, ondan uzaklaştıracak şekilde eğitiliyoruz. Peki, niye bu, bu şekilde oluyor?

Beş yıl öncesinde değin Stratford-on-Avon’da yaşadım. Hatta Stratford’tan Los Angeles’a taşındık. Ne kadar kesintisiz bir geçiş olduğunu hayal edebilirsiniz. Snitterfied denilen bir yerde yaşadık Stratford’un biraz dışında, Shakespeare’in babasının doğduğu yerde. Bunu söylediğimde yeni bir düşünceye gark oldun mu? Ben öyle olmuştum. Shakespeare’in bir babası olduğunu hiç düşünmemiştiniz, öyle değil mi? Çünkü Shakespeare’i bir çocuk olarak düşünmemiştiniz değil mi? Shakespeare’ı yedi yaşında? Ben hiç düşünmemiştim. Demek istiyorum ki, o da bir zamanlar yedi yaşındaydı. O da birinin İngilizce sınıfındaydı bir zamanlar, öyle değil mi? Ne kadar da rahatsız edici olmalı. “Daha fazla çalışmalısın”denilerek babası tarafından yatağa gönderilmiştir, bilirsiniz Shakespeare’e “Hemen yatağa git şimdi” ve kalemini bırak ve bu şekilde konuşmayı kes, herkesin kafasını karıştırıyorsun. Neyse Stratford’tan Los Angeles’a taşındık ve geçiş hakkında bir şey söylemek istiyorum aslında oğlum gelmek istemedi. İki çocuğum var. Oğlum şu an 21, kızım 16 yaşında. Los Angeles’a gelmek istemedi orayı sevmişti ama İngiltere’de bir kız arkadaşı vardı, hayatının aşkı Sarah. Onu bir aydır tanıyordu. Uyarayım, dördüncü yıl dönümlerini kutlamışlardı çünkü 16 yaşındayken bir ay göründüğünden daha uzun gelir insana. Neyse uçaktayken gerçekten çok üzgündü ve “Bir daha hiçbir zaman Sarah gibi bir kız bulamayacağım” demişti. Bunun böyle olmasından, açıkça söylemek gerekirse, biz gayet memnunduk çünkü halihazırda ülkeden ayrılma sebebimiz o kızın ta kendisiydi. Ama Amerika’ya taşınınca bir şeyin farkına varıyorsunuz ve dünyada yolculuk yaparken: Dünya üzerindeki her eğitim sistemi aynı konu hiyerarşiye sahip hepsi, nereye giderseniz gidin. Öbür türlü olacağını sanıyorsunuz ama öyle değil. En tepede matematik ve diller sonra insani bilimler en altta sanat.

Dünyanın her yerinde ve her sisteminde sanat dahilinde de bir hiyerarşi var. Resim ve müziğe normal olarak daha fazla ağırlık veriliyor okullarda drama ve dansa kıyasla ve gezegenimizde çocuklara her gün matematik öğrettiğimiz şekliyle dans öğretilen bir eğitim sistemi yok, neden? Neden olmasın? Bence bu soru daha önemli. Matematiğin çok önemli olduğunu düşünüyorum, ama dans da öyle eğer izin verilirse çocuklar her zaman dans ederler, hepimiz ederiz. Hepimizin vücudu var değil mi? Bir toplantı mı kaçırdım? Gerçekten olan şu ki, çocuklar büyüdükçe onları belden yukarı artan bir şekilde eğitmeye başlıyoruz ve daha sonra kafalarına odaklanıyoruz ve hafifçe bir tarafa doğru. ( Meraklısına beynin sol lobunun işlevi hakkında araştırma yapması tavsiye edilir.)

Eğer bir uzaylı olarak eğitimi ziyaret edecek olsanız ve deseniz “Halk eğitimi, ne içindir?” Eğer çıktıya bakacak olursanız, bence şu karara varırsınız, kim başarılı addediliyor. Kim herkesin yaptığını yapıyorsa kim ödüllendirilmiş ise, kim kazanırsa eğitimin bütün amacının şu olduğu kararına varırsanız bütün dünyada üniversite profesörlerini yetiştirmek. Öyle değil mi? En tepedeki insanlar onlardır. Ben de onlardan biriyim ne var yani? Ve ben şahsen profesörleri severim, ama onların bütün insanlığın varabildiği en üst başarı noktası olarak görmemeliyiz. O sadece bir yaşam şekli fakat tabi daha nadir bulunan bir yaşam şekli ve bunu onlara değer verdiğim için söylüyorum. Profesörler hakkında acayip bir durum var, tecrübeme dayanarak söylüyorum hepsi değil ama genellikle — birçoğu kafalarının içinde yaşıyorlar orada yaşıyorlar ve kısmen bir tarafa doğru.( bu noktada beynin sol lobuna gönderme yapıyor) Hatta kelimenin tam anlamıyla bedenlerinden soyutlanmışlardır neredeyse öyle ki, “ beden” onlara tek bir şey ifade eder. O da kafalarını taşımak için yegane araç olmasıdır. Kafalarını toplantılara bu şekilde götürürler. İnsanın beden dışı deneyim (Otoskopi) yoluyla kendini yukarıdan görebilmesine bir kanıt istiyorsanız profesörlerin konuştuğu bir konaklamalı bir konferansa katılın ve son gece eğlencesi olan diskoya gidin onlarla beraber ve orada göreceksiniz ki yaşını başını almış kadınlar ve erkekler kontrolsüz bir şekilde, ritim ile uyumsuz bir halde kıvırıyorlar bekliyorlar ki bitsin, böylelikle eve gidip bu gece hakkında bir makale yazabilsinler. Şu anda bizim eğitim sistemimiz akademik yetenekler göz önünde bulundurularak dizayn edilmiştir ve bunun böyle gerçekleşmesinin bir sebebi vardı. Bütün sistem

19. yüzyıldan önce dünya çapında ortalıkta herhangi bir eğitim sistemi yokken ilk defa ortaya çıktı ve dahası hepsi endüstrileşmenin ihtiyacını karşılamak üzere oluşturuldu. Bu yüzden hiyerarşinin temelinde iki fikir var. Birincisi en tepede iş sahası için en faydalı konular yer alacak hatta bu yüzden büyük ihtimalle siz de okuldayken hoşlandığınız şeylerden “eğer böyle devam ederseniz bir işe sahip olamayacağınız” söylenerek uzaklaştırıldınız öyle değil mi? Müzikle uğraşma, müzisyen olmayacaksın; resim yapma, ressam olamayacaksın; yi bir tavsiye fakat şu an görüyoruz ki büyük bir yanılgı. Bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi ve ikincisi, zeka algımızı domine eden akademik yetenek çünkü sistemi üniversiteler dizayn etti. Eğer bütün dünyadaki eğitim sistemlerini düşünürseniz, halk eğitimi, öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir süreçten öte bir anlam taşımamaktadır ve sonuç olarak çok yetenekli, zeki, yaratıcı insan aslında hiç de öyle olmadıklarını düşünüyor çünkü okulda iyi oldukları şeylere değer verilmiyor daha fenası küçümseniyor

ve bence bu şekilde devam ederek durumu kurtaramayız. UNESCO’ya göre gelecek 30 yılda dünya çapında tarihin başlangıcından bu yana olduğundan daha fazla insan mezun olmuş olacak. Daha fazla insan bu konuştuğumuz bütün bu şeylerin bileşimi teknoloji ve onun dönüşümü iş, demografi ve nüfustaki dev patlama.

Birden lisans derecelerinin pek değeri kalmadı. Doğru değil mi? Ben öğrenciyken eğer lisans dereceniz varsa işiniz olurdu eğer işiniz olmadıysa bu istemediğiniz içindi ve doğruyu söylemek gerekirse ben istemiyordum ama şimdi lisans derecesine sahip çocuklar eve video oyunu oynamaya geri dönüyorlar çünkü bir önceki işinizde lisans derecesine ihtiyaç varken şimdi mastera ihtiyacınız var ve şimdi bir başka içinde doktoraya ihtiyacınız var. Bu bir akademik enflasyon süreci ve bu demek oluyor ki bütün sistem ayaklarımızın altından kayıp gitmekte.

Zeka algımızı köklü bir şekilde yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Zekâ hakkında üç şey biliyoruz. Birincisi türlü türlü olduğu. Dünyayı tecrübe ettiğimiz yollar ile düşünüyoruz. Görsel olarak düşünüyoruz, sesli düşünüyoruz, kinestetik olarak düşünüyoruz. Soyut olarak düşünüyoruz, hareket şeklinde düşünüyoruz. İkincisi, zekâ dinamiktir. Dün izlediğimiz sunumlardaki gibi insan beynindeki etkileşimlere bakarsanız zekâ mükemmel bir şekilde etkileşimlidir. Beyin bölümlere ayrılmamıştır. Aslına bakarsak, yaratıcılık — değerli orijinal fikirlere sahip olma aşaması olarak tanımladığım süreç — çoğu kez bir disipline ait olguyu başka bir disiplinle ifade etmekten geçiyor. Beynin böyle olmasının bir amacı var — bu arada corpus callosum denilen, beynin iki lobunu birleştiren bir sinir ağı vardır, kadınlarda daha kalındır. Dün Helen’in yaptığı sunumlardan yola çıkarak, kadınların muhtemelen bu yüzden aynı anda birçok iş yaptığını düşünüyorum. Bu konuda yığınla araştırma var ama ben kendi özel hayatımdan biliyorum. Eğer karım evde yemek yapıyorsa aynı anda telefonla konuşuyordur, çocuklarla konuşuyordur, tavanı boyuyordur, burada açık kalp ameliyatı yapıyordur. Eğer ben yemek yapıyorsam kapılar kapalıdır, çocuklar dışarıdadır, telefonu meşgule bırakmışımdır, eğer o mutfağa gelirse rahatsız olurum ve derim ki “Terry, lütfen burada yumurta yapmaya çalışıyorum, müsaade eder misin?”

Hani eski bir felsefi düşünce vardır,

“ eğer ormanda bir ağaç düşerse ve bunu hiç kimse duymazsa, bu gerçekleşmiş midir? Bu eski hikayeyi hatırlıyorsunuz? Geçenlerde çok harika bir tişört gördüm üzerinde şey yazıyordu “ Eğer bir adam ormanda aklından geçeni söylerse ve hiçbir kadın onu duymazsa, hala haksız mıdır?”

ve zekâ hakkında üçüncü şey, kendine özgü olmasıdır. Şu an yeni bir kitap yazıyorum adı “Tezahür”, insanlarla yeteneklerini nasıl keşfettiklerine dair yapılan röportajlarımdan oluşuyor. İnsanların vardıkları noktalara nasıl geldiklerine hayran kalıyorum. Belki daha çoğu insanın duymadığı, Gillian Lynne adındaki harika kadın ile yaptığı konuşmadan esinlenmiştim bu kitabı. Onu duymuş muydunuz? O bir kareograf ve herkes onun yaptığı işleri bilir “Cats” ve “ Phantom of Opera”yı yaptı ve o harikadır. İngiltere’de Royal Ballet’te bulundum. Gillian ve ben bir gün öğle yemeği yedik ve dedim ki, “Gillian nasıl dansçı oldun?” ve o ilginç bir hikayesinin olduğunu söyledi, okuldayken gerçekten ümitsizmiş ve okul 30’lu yıllarda ebeveynlerine yazı göndermiş ve demiş ki “ Biz Gillian’da öğrenme bozukluğu olduğunu düşünüyoruz, konsantre olamıyormuş, olduğu yerde duramıyormuş.” Bence şimdi olsaydı hiperaktif olduğunu söylerlerdi, öyle değil mi? Ama bu 1930’lu yıllarda oluyor ve daha o zaman hiperaktivite bulunmamıştı mevcut bir durum değildi insanlar buna sahip olabileceklerinin farkında değillerdi. Neyse bir uzmanı görmeye gitmişler annesi ile birlikte. O uzaktaki bir sandalyede ellerinin üzerine oturmuş beklerken, annesi 20 dk boyunca bu uzman ile Gillian’ın yaşadığı problemleri konuşmuş işte insanları rahatsız ettiğinden, ödevini her zaman geç verdiğinden gibi gibi. İşte 8 yaşındaki bu kızın sebep olduğu sorunlar. Sonunda doktor annesinin yanından ayrılıp Gillian’ın yanına oturmuş ve demiş ki, “Gillian annenin bana anlattığı her şeyi dinledim ve onunla özel olarak konuşmam gerekiyor” ve annesi demiş ki, “burada bekle, döneceğiz, uzun sürmeyecek.” ve onu orada bırakıp annesi ile ayrılmışlar ama onlar odadan çıkarken masasının üzerinde duran radyoyu açmış doktor ve onlar odadan çıkınca, annesine “sadece dur ve onu izle” ve onlar odadan çıkar çıkmaz o ayaklarının üzerinde, müziğe doğru hareket ettiğini söyledi ve onlar birkaç dakika onu dışarıdan izlemişler ve uzman annesine dönüp “Bayan Lynne, Gillian hasta değil o bir dansçı onu bir dans okuluna götürün” demiş. “Ne oldu”dedim. Dedi ki “ Evet beni bir dans okuluna götürdü. Sana ne kadar harika olduğunu anlatamam. Bir odaya girdik ve orası benim gibi insanlarla doluydu, kıpır kıpır insanlarla. Düşünmek için hareket etmesi gereken insanlarla. Düşünmek için hareket etmesi gereken.!! Bale yaptılar, step yaptılar, jazz yaptılar sonunda Royal Bale’ye giriş sınavına katıldı orada dansçı oldu, Royal Bale’de mükemmel bir kariyeri oldu. Nihayet Royal Bale Okulu’ndan mezun oldu ve kendi şirketini kurdu, Gillian Lynne Dans Şirketi, Andrew Lloyd Weber’le tanıştı. Tarihteki en başarılı müzikaller yapımların bazılarından sorumlu oldu, milyonlara keyif verdi ve bir multi-milyoner oldu. Bir başkası ona ilaç verip ona sakinleşmesini söyleyebilirdi. Şimdi düşünüyorum da şuraya geliyor, önceki akşam Al Gore konuştu ekoloji hakkında ve Rachel Carson tarafından başlatılan devrim hakkında gelecek için tek umudum insan ekolojisi için yeni bir anlayışı bizlere adapte etmek ki bu anlayış dahilinde insanın sahip olduğu kapasitenin ne kadar zengin olduğunun farkına varmaktır.

Eğitim sistemimiz, bizlerin dünyayı belli bir yer altı zenginliği için kazdığımız gibi aklımızı kazmakta ve gelecek için bu şekliyle aklımız yeterli hizmeti veremeyecek.

Çocuklarımızı eğitirken ki ana prensiplerimizi yeniden düşünmeliyiz. Jonas Salk’tan mükemmel bir alıntı yapacağım “Eğer bütün böcekler dünyadan yok olacak olsaydı 50 yıl içerisinde dünyada hayat sona ererdi. Eğer insanoğlu dünyadan yok olsaydı, 50 yıl içerisinde bütün yaşam kendini yeniler ve gelişirdi.” Ve o haklı, TED’in bugün burada kutladığı şey insanın sahip olduğu hayal gücüdür. Bu bir hediyedir bizler için ve şimdi bu hediyeyi kullanırken dikkatli olmalıyız. Akıllı davranarak bu senaryoların gerçekleşmesine meydan vermemeliyiz. Ve bunu yapabilmemizin tek yolu yaratıcı kapasitelerimizi görerek onların zenginliğinin farkına vararak ve çocuklarımızın bunu gerçekleştirebilmek için umudumuz olduğunu görerek olacaktır ve hedefimiz onların bir şeyler yapmalarına yardımcı olmaktır.

KAYNAKÇA: https://www.youtube.com/watch?v=iG9CE55wbtY&t=37s

Okullar Yaracılığı Öldürüyor, Ken Robinson ,

Tuğba Gezginiş tarafından Türkçe’ye çevrildi

Cahil Bir Düşünür tarafından yazıya geçirildi. |TEDx İncelemeleri Bölümü|TİB

Yusuf Ceyhan

*Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler*| Neden Felsefesi